o güzel adam


babam bu dünyayı bırakıp gideli bugün tam 8 yıl oldu. tam 8 yıldır asla gönderilemeyecek mektuplar yazıyorum. tam 8 yıldır baba-oğul ilişkisini anlatan bir şey izlerken gözlerim doluyor. ve şimdi kadehimi o güzel adamın ruhuna ve tüm babasız adamlara kaldırıyorum.

kaç yaşında olursan ol, babasızlık zor şey...

vurun ulan vurun vurun, ben kolay ölmem





belki de saçma sapan bir kişisel motivasyon bokudur bilmiyorum ama hakikaten superman olduğuma inanmaya başladım.

"senin yerinde başkası olsaydı, şu son bir aydır olup bitenler karşısında bu kadar sakin kalması mümkün değildi. çoktan soluğu bir viyadükte, boğaz köprüsü'nde almıştı. hiç olmadı, kör bir jileti bileklerinde gezdirmeye başlamıştı" diyorum kendi kendime.

* * *

zaten tüm bunların en büyük getirisi iç sesimi daha da kalabalık bir hale gelmesi oldu. "herkesin derdi kendine yetiyor, kimsenin kafasını sikmenin gereği yok" diye diye iç sesim bir belediye otobüsü kalabalığına dönüştü. her kafadan da bir ses çıkıyor. kimisi cılız, kimisi güçlü.

* * *

yine de insan dayanamıyor bazen işte. en yakınındakileri bunaltacağını bilerek de olsa iç ses dışarı kaçıyor bazen. konuşuyor da konuşuyor...

* * *

hastane günleri... annem, abim gibi sevdiğim bir adam, ben... sonu gelmeyecek gibi hissediyor insan. saçma ama öyle. oysa öyle ya da böyle muhtelif sonlar mevcut.

* * *

galiba "zayıf" bir maneviyata sahip olmak böyle günlerde daha çok tesir ediyor insana. bir şekilde bir yere bağlamak istiyorsun ama havada kalıyor çoğunca. böyle zamanlarda ister istemez kendisine soruyor insan: "böyle olmasaydı acaba daha mı farklı olurdu her şey..."

bir soru tümcesi de değil aslında bu.


* * *

vazgeçemeyeceğimi düşündüğüm yalnızlığın beni bu kadar bunaltmaya başlaması ne tuhaf. neden böyle oldu? yaşlanıyor muyum, ondan mı?

* * *

oğuzcuğum atay da böyle bir dönemde mi günlük tutmaya başlamıştı? "canım insanlar sonunda bana bunu da yaptınız" aşamasına mı gelmiş bulunuyorum acaba.

* * *

ameliyat psikoloji böyle bir şey galiba. 3-4 saat sürecek olsa da basit bir operasyonu bile dramatize ederek büyüttüm içimde. sanki yarın hayatımın son günüymüş gibi bu satırları yazıyorum. o kadar salakça ki. ama öyle işte. ne yapalım yani birader. nereye kadar "yokmuş gibi" yapabilirim.

* * *

beşiktaşımın maçının ameliyat saatiyle çakışması da çok ironik oldu. "iki elim kanda da olsa beşiktaşımı izlerim" diyordum. al, izle bakalım sıkıysa şimdi de.

* * *

dostluk çok değerli bir şey.


* * *

çok yoruldum.

* * *

- gidelim olric.

- gidelim efendimiz.


* * *

ayran içtim dilim yandı

münzevinin günlüğü (10)
hemşire mi doktor mu olduğunu bilmediğim beyaz önlüklü kadın iğneyi koluma saplarken başımı diğer yana çevirdim. kan görmeye dayanamıyorum. eskiden böyle değildi. askerden sonra oldu galiba. enjektörün içi kanla dolarken, kadına bakmadan konuştum: “tuhaf. günlerdir içinde bulunduğum ruh halini ‘sanki kanım çekiliyor’ diye ifade edebiliyordum; şimdi siz gerçekten kanımı çekiyorsunuz.” bir şey söylemedi. büyük ihtimalle cümlemi bir gülücükle süslemediğim için. öyle yapsaydım nüktedan bir insan olacakken, böyle yapınca ‘şuursuz şuursuz konuşan tuhaf görünümlü adam’ oluyorsun çünkü. iğneyi çekti kolumdan, bir parça pamuk bastırdı iğnenin çıktığı yere. “şunu iyice bastırır mısınız, bant yapıştıracağım.” hay hay, bastıralım. küçük bir parça yara bandını yapıştırdı: “geçmiş olsun”. öyle olsun bakalım.

- ne zaman alırım neticeyi?
- yarın öğleden sonra gelin.

tıbba saygım sonsuz. “pamuğu bastır”, hay hay bastıralım. “şunu tut”, hemen tutayım. “yarın gel”, tabii ne demek. isterseniz hiç de gelmeyebilirim sayın beyaz önlük. alışkınım ben göz önünden kaybolmaya.


* * *

şu arapça yazılı kağıdı anlatacaktım, araya beyaz önlük girdi. ablayı evde bırakıp elimde kağıtla çıktım. istikamet berber celal abi. böyle durumlarda mahallenin bakkalı ya da berberinden iyisi yoktur zira herkesi tanırlar. zaten saçlarımın ve sakallarımın da kendisini görme vakti gelmişti. daha önceki bir münzevi’nin günlüğü’nde de bahsettiğim gibi, bakkal vahit devredip gittiğinden beri dükkana uğramıyorum. benim için artık orada bakkal yok. o dükkan boş. madem vahit iş yapamayıp gitti, dünyanın bütün bakkalları iş yapmayıp gidebilirler artık.

neyse, celal abi’nin dükkana hızlı bir giriş yaptım. hafta ortası ve erken bir saat olduğundan müşteri yoktu, çevik hareketlerle koltuğa yerleştim. celal abi örtüyü boynuma dolarken “ne var ne yok” muhabbetini es geçip kağıdı gösterdim:

- celal abi bak, yastığımın içinden çıktı bu kağıt.
- o ne yahu?
- ben de bilmiyorum abi. arapça bir şeyler yazıyor.
- eyvah eyvah. aa, büyü bu büyü.
- abi benim bunu arapça bilen birisine göstermem lazım. delireceğim ya, nedir bu.

celal abi bunu yapan/yaptıranlara seri halde beddua ederken bir yandan da kağıdı kimin okuyabileceğini düşünüyordu. yanıtı gecikmedi:

- yahu senin sokakta, 18 numarada bizim caminin eski imamı oturuyor. çok düzgün adamdır. eşi öldü. sonra tekrar evlendi. ikinci eşi de öldü. yalnız yaşıyor. bana da tıraşa gelir. ara sıra kızı uğruyor. selamımı söyle, hemen içeri davet eder zaten seni, öğrenirsin ne yazdığını. adı neydi yahu hocanın…

celal abi’nin isimlerle ilgili bir sorunu var. yaklaşık 5 yıldır hiç sektirmeden ayda en az 2 defa gitmeme karşın benim ismimi de hatırlayamıyor. işini yaparken bir yandan da hocanın ismini düşünmeye devam etti ama bir türlü hatırlayamadı. tıraş bitene kadar hatırlayamazsa bir arkadaşını arayıp ona soracağını söyledi sonra. neyse ki gerek kalmadı. saçı bitirip sakala geçtiğinde hocanın ismini hatırladı.


* * *

hocanın ismi ve dairenin numarası zilde yazıyordu. bir kez bastım. ses seda yok. “tüh ya, evde değil galiba” diye düşünürken, otomatiğe basıldı. bir kat çıktım. aralık kapının arkasında 70’li yaşlarda bir amca meraklı gözlerle bana bakıyordu. yüzünün bir kısmında tıraş köpüğü vardı. biraz ters bir zamanda geldim galiba ama yapacak bir şey yok, geldim artık. saygılı bir çekingenlikle bir solukta anlattım derdimi:

- hocam merhaba. berber celal gönderdi beni. bir konu hakkında size bir şey danışacaktım.
- tabii buyurun, nedir?
- hocam yastığımın içinde şöyle bir kağıt çıktı da… deyip uzattım kağıdı.

şöyle bir baktı, “müsaitseniz içeri buyurun” dedi.
- hocam ben müsaitim de, sizi rahatsız etmeyeyim.
- lütfen, buyurun…

evin salonuna girdik. mahcup bir ifadeyle yüzündeki köpüğü gösterip, “tıraş oluyordum da…” dedi. “kusura bakmayın, rahatsızlık verdim size de” dedim, gösterdiği koltuğa otururken. “estağfurullah, ne rahatsızlığı” diye yanıtladı.

çok düzenli görünen evde çıt çıkmıyordu. “işte” diye düşündüm, “30 yıl sonra ben de hâlâ böyle bir başıma yaşıyor olacağım.” hareketlerinden zariflik akan ve insanda gerçekten saygı uyandıran tavırlarıyla hoca, büyüteç benzeri bir mercek aldı eline ve kağıdı inceledi. bir yandan da bana sorular sormaya başlamıştı:

- evli misiniz?
- hayır hocam, boşandım. çok uzun zaman oldu.
- çocuğunuz var mı?
- yok hocam.
- hımmm.

“korkuyorum ya. nereye bağlanacak bu iş. ne var o kağıtta? kim koydu onu yastığımın içine” filan diye düşünürken hocadan yanıt geldi:

- muhabbet için yazılmış bu.

şu cümlenin sonuna bir :) koysam yeridir yani. öyle hafif bir tebessümle söyledi çünkü hoca bunu.

“muhabbet derken?” diyemedim tabii. onun yerine şöyle dedim:

- kötü bir şey değil mi yani hocam?
- hayır değil. yararı da yok, zararı da. birisi sizinle arası iyi olsun diye yazdırmış bunu. yırtıp atabilirsiniz kağıdı. yırtamazsanız, verin ben yırtayım.

hocanın bu tavrı bir anda içimi rahatladı. “yok ben atarım hocam” filan diye bir şeyler geveledim. sonra işte hoca insanların böyle şeylerden medet umduğundan, böyle şeyler yazanların tek derdinin para kazanmak olduğunu söyledi. “o işler o kadar kolay değil” diye de ekledi. “o işler” dediği şeyin büyü filan olduğunu tahmin ediyorum. neyse, teşekkür ettim çıktım hocanın yanından. tavrı çok rahatlatıcıydı.

şimdi şöyle bir durum var: istediğin kadar pozitif bilme gönül vermiş bir insan ol, istediğin kadar böyle şeylere inanmıyorum filan diye telkinde bulun kendi kendine, bu tür hikayelerle büyüyorsun. bin çeşit şey duyuyorsun sağdan soldan. bir şekilde etkisinde kalıyorsun yani. eh bir de bunun üstüne “yastık” gibi gayet kişisel bir eşyanın içinden çıkan anlamadığın dilde yazılı bir kağıt çıkınca, yani senin özel hayatının ortasındaki bir insandan gelince böyle bir şey ne yapacağını şaşırıyorsun.

hocanın evinden çıkınca, yırttım attım kağıdı. eh, kimseyle de “aram” iyi olmadığına göre, bir işe yaramamış demek ki.

* * *

bu sefer doktor olduğunu bildiğim bir başka beyaz gömlekli duruyor yanımda. elinde hatırı sayılır büyüklükte bir enjektörle duruyor. muayene masasında oturuyorum. bu masa bana hep askerlik günlerimi anımsatıyor. bizim tabip asteğmenin odasında da vardı. ara sıra öğle tatillerinde gider yatardım. “hani doktorlar iğne yapmasını bilmezdi” diye düşünüyorum kafam kadar enjektöre bakarken. bu düşüncemi dillendirmiyorum, kafamı diğer tarafa çeviriyorum. “biraz yakar bu” diyor doktor, mütebessim bir ifadeyle. tahmin edebiliyorum. birazdan fazla yakacak hatta. yine susuyorum. saplıyor iğneyi koluma. zavallı sol kolum. istemdışı bir “offff” dökülüyor dudaklarımdan. hakikaten feci yaktı. yahşi batı’daki şerif’in ettiği küfür geliyor aklıma: “babayın düşmanını sikeyim!”

yine susuyorum ama dişlerimi sıkıyorum bu kez. çıkıyor iğne. bundan sonrasını öğrendim artık: pamuk. bastır! yara bandı. yapıştır! terini de sileyim mi doktor? “geçmiş olsun.” olsun gözüm olsun, ne olacaksa olsun. haha.

ayağa kalkıyorum. gözlerim kararıyor. saat olmuş öğlenin bir vakti, bu saate kadar kahve-sigara üstüne bu iğne süper geldi hakikaten. oturmam lazım. hayır, buradan çıkmam lazım. doktor bir şeyler söylüyor, elinde kağıtlar. dinlemeden kafa sallıyorum “evet” anlamında. o kağıtları bir yere teslim etmem gerekiyor bina içinde. “bayılmak üzereyim ulan, sıçtığımın bürokrasisi biraz beklese olmuyor mu” diyemiyorum tabii, tıbba saygımız sonsuz. kağıtlarla çıkıyorum odadan. koridor hiç bitmeyecek gibi. nasıl görünüyorum acaba. gözlerim kararıyor. sarhoş gibiyim. yalpalayarak kağıtları vereceğim odayı buluyorum. bir kadın kağıtları alırken bir şeyler söylüyor. anlamıyorum. imza atmam gerekiyormuş. dayanamayıp oturuyorum boş bir koltuğa. kadın telaşlanmış gibi yapıyor ama imzayı da attırıyor. “kusura bakmayın” filan diye bir şeyler geveleyip çıkıyorum.

doktorun odasına geri dönüyorum. doktor yok. olsun, boş koltuk var. oturuyorum. “ulan bayılsam da kurtulsam” derken doktor geliyor. durumu anlayıp tekrar muayene masasına yatırıyor beni. ayaklarımı dikiyor. şak diye tansiyonumu ölçüyor. sadece “5” kısmını duyuyorum. gözlerim kapanıyor. ağzıma bir şeyler tıkmaya çalışıyor. önce anlamıyorum, sonra fark ediyorum ki iki tane kesme şeker. muayene masasında bir at, kesme şeker çiğniyor. “ayran” diye sesleniyor içeriye. “neşter” diye seslenmediğine seviniyorum. 5 dakika kadar öyle yatıyorum ağzımda eriyen şekerlerle. ayran geliyor. işte tıp mucizesi. doktor ayranı açıp içine tuz boca ediyor ve bana uzatıyor. şeker, ayran, tuz derken nevrim dönüyor iyice. ulan doktora mı geldik beslenme saatine mi girdik belli değil. ayranı içip biraz daha yatıyorum. artık kesinlikle bayılmayacağıma kani olduktan sonra, doktora teşekkür edip çıkıyorum odasından ve binadan.

bir sigara yakıp kibriti fırlatırken “babayın düşmanını…” diyorum.

superman'in ölümü




"altıncı kez o sesi çıkardığında kalkıp son blog yazımı yazacağım" diye düşündüm. sanırım bunu düşündüğümde beşinci kez o sesi çıkarıyordu. odadaki aletten bahsediyorum. hani şu belirli aralıklarla sprey sıkan alet. yarım saate ayarlı benim odamdaki. sesi her duyduğunda anlıyorsun ki hayatından bir yarım saat daha geçti. aslında sırf bu açından bile çok faydalı bir alet. duydunuz zilin sesini, hayatınızdan yarım saat daha eksildi.

altıncı kez o sesi çıkardığında, 180 dakikadır kanepede sırt üstü uzanmış tavana bakıyordum. üç saat daha geçmişti yani. son iki gün zaten yorganın altındaydım. zorunlu haller dışında altından hiç çıkmadım iki gündür. telefonlar kapalı, kapı kapalı. içilen onlarca sigara, onlarca kadeh votka, konuşmamaktan çatallaşan sesim. ortadaki sehpa pislik içinde. masanın üstü de öyle. ya içim? o da çok farklı değil.

blogdaki tüm yazılarımı kaldırdım. artık bir şey ifade etmiyorlardı. ağzımdan çıkan sözcükler de öyle. artık bir şey ifade etmiyorlar.

babamın duvarda asılı fotoğrafına baktım yattığım yerden ve ağladım. "ben neden yapamadım baba?" diye sordum ona.

"ben neden yapamadım?"

yeni bir günün ilk saatleri. bu gerizekalı makinenin başında. sabah olacak, belki işe gideceğim. superman olmadığımı bilerek bu evden çıkacağım belki. 3 ya da 4 yıl önceki doğum günümde superman'in doğum günüyle ilgili eğlenceli bir yazı yazmıştım. yarın doğum günüm ve artık tek bir sözcük dahi yazmak istemiyorum. lois lane'imi bulduğumu sanmıştım. bu doğum günümde gözümün içine bakıp, "süper kahramanım, iyi ki doğdun, iyi ki varsın, iyi ki yanımdasın" diyeceğini sanmıştım. ne ben superman'im, ne de lois lane'i buldum. gece yarısı bilgisayar başında oturmuş klavyenin tuşlarına vurarak anlamsız sesler çıkaran bir salağım sadece.

ve "yolun yarısı"nı resmi olarak geçtiğim bu doğum günümde, babamın fotoğrafının karşısında oturup, sabaha kadar içeceğim. kendimden nefret edene kadar içeceğim. unutana kadar içeceğim.

lois lane, dünyayı bırakıp giden superman'in ardından yazdığı "dünyanın neden superman'a ihtiyacı yok" başlıklı yazısına son noktayı koyabilir artık. ne diyordu o yazısında lois: "belki de o gerçekten "çelik adam"dı. soğuk ve duygusuz... o olmadan biz çok daha iyi durumda olacağız..."

bensiz çok daha iyi durumda olacaksınız.

beyaz taburenin intikamı



münzevinin günlüğü (9)

“nerede kalmıştık” deyip, oldukça uzun bir aradan sonra münzevinin günlüğü’ne devam edelim bakalım.


* * *

en enteresan anılarımın içinde eve gelen temizlikçi ablanın olmasını seviyorum. yani böyle ideal bir münzevi yaşantının doğal bir parçası gibi geliyor bana. bir sürü arkadaşla yaşadığım şeylerden bahsetsem, “demek ki o kadar da münzevi değilmişim” derdim.


sabah geldi abla. (bu arada “abla” diyorum ama kendisi 6 çocuk ve 10 torun sahibi. yani yaşlarımız o kadar da yakın değil) neyse işte, geldi. beni o saatte evde görünce haliyle şaşırdı. durumu açıkladım, şaşırması geçti. “çay yapayım mı sana abla?” dedim, “yap” dedi. yaptım. salonda oturduk karşılıklı. o çayını içip ben günün ikinci kahvesini sigara vokalinde tüketirken dertleştik biraz.

ortalık feci dağınıktı. hatta bok götürüyordu bile diyebilirim. mahcup bir şekilde açıkladım durumu, “bu ara her anlamda fena dağıttım abla, kusura bakma” dedim. “ne olacak oğlum, hallederim ben şimdi” dedi, işini iyi yapan insanlara has özgüven dolu bir söyleyişle. çok seviyorum bunu. yani hakikaten işini iyi yaptığını bildiğin bir insanın gerçekten o işi halledeceğini bilmek süper bence. öyle yuvarlak bir “hallederiz”den bahsetmiyorum tabii.


* * *


bak şimdi ne hatırladım bu halletme meselesiyle ilgili: istanbul’daki ilk ya da ikinci yılımdı. bir haber sitesinin “son dakika” bölümünün editörlüğünü yapıyordum. tarih o meşhur 11 eylül saldırılarının gerçekleştiği gündü. önceki gece beşiktaş’ta arkadaşlarla birlikte kaldığımız evde haytalık dozunu fazla kaçırmıştık ve sabah bir türlü kalkıp işe gidememiştim. patronu aradım, “gelemiyorum” dedim, uyumaya devam ettim. neyse, öğlene doğru kalktım. beşiktaş iskele tarafına indim, arkadaşlarla buluştuk filan. sağdan solda duyduğumuz içinde “uçak, gökdelen, terörist saldırı” filan geçen cümlelerden bir şeyler olduğunu anladık ama tam olarak olayın farkında değiliz. sonra bir mağazanın camındaki televizyonlara yapışmış insan kalabalığına karışınca durumu anladık. öh yani, bendeki şansa bak. kırk yılda bir işe gitmemiştim. onda da dünya tarihine geçecek olaylar zinciri yaşanıyordu. insanlar haber almak için haber sitelerine yüklenmişti, pek çok site bu yükü kaldıramayıp çökmüştü filan hatta. neyse patronu aradım, “geliyorum ben” dedim. apar topar gittim ofise. daha sonra ofisteki arkadaşlar anlatmıştı, ben aradıktan sonra patron “sercüment geliyor, şimdi halleder, toparlar durumu” demiş. çok mutlu olmuştum o zaman bunu duyunca. üzerinden neredeyse 10 yıl geçtiğine ve hâlâ hatırladığıma göre demek ki hakikaten etkilenmişim. gerçi kendisi hiçbir zaman yüzüme bir şey söylemedi işimi nasıl yaptığıma dair ama olsun.


* * *


ya ya, insanoğlu kuş misali işte. bir “hallederim”den yola çıkıp yıllar öncesini hatırladım. neyse, devam edeyim. abla işe koyulmak için kalkınca ben de kalktım. hem ablaya ayak bağı olmamak hem de dışarıdaki işlerimi halletmek için çıkmak üzere hazırlandım. hazırlandım dediğim de kot, tişört ve spor ayakkabılar yani. dedim “bir şey lazım mı abla, eksik temizlik malzemesi filan varsa alayım da geleyim.” siparişleri aldım, markete yollandım. abla mutfaktaki üst raflara uzanmakta zorluk çektiği için, şu plastik taburelerden istemişti. market dönüşünde, onu satan dükkana uğradım, kapalıydı. marketten aldıklarımı eve bırakıp tekrar çıktım.


muhtelif plastik eşyalar satan dükkana gittim, açıktı. daha doğrusu açılıyordu. dükkan sahibi kadın, malları oflaya puflaya dışarı taşıyordu. “her sabah bunları böyle taşıyorum ama bu sabah nedense çok zor geldi” dedi. hiç uzun laf çekecek, muhabbet edecek kıvamda olmadığımdan “yorgunsundur” herhalde deyip kısa kestim. onun da aksine konuşası varmış herhalde, anlattı da anlattı. basit, beyaz bir tabure alıp gidecekken mevzunun böyle anlamsız bir şekilde uzaması canımı sıksa da nezaketimden ödün vermeden dinledim kadını. tabureleri çıkarmak için epey bir uğraştı. mallar kaldırımda üst üste yığılmıştı zira. su tesisatı işleri filan yapan kocasını sordum. “evde uyuyor” dedi. “oo” dedim, “patron yatıyor, işçi çalışıyor demek”. “yok ya, o da çok çalışıyor” diye yanıtladı. neyse, uzun uğraşlar sonucu çıkardı tabureyi, parasını ödedim, eve döndüm.


* * *


yalnız yaşayan insanlar için kendi evlerinin ziline basmak değişik bir duygudur. abla evde olduğu için bu duygunun tadını çıkardım. kapıyı anahtarla açmamak, açan birisinin olması güzel bence. neyse, abla “gel gel” dedi telaşlı bir şekilde, “sana ne göstereceğim”. merakla girdim. elinde tuttuğu kağıdı uzattı. baktım, üzerinde arapça yazılar var. “bu ne abla” dedim. yastıklardan birinin içinden çıkmış iyi mi. şaka gibi. yastıkların kılıflarını çıkarırken değişik bir ses duymuş. şöyle eliyle bir yoklamış ki yastığın içinde bir şey var. eliyle ite ite kenara kadar getirmiş. sonra bir bakmış ki yastığın kenarındaki dikişlerin bir kısmı farklı. bir kısmı elle dikilmiş yani. orayı açarak kağıdı çıkarmış.


elimde, üzerinde anlamadığım bir dille yazılar olan kağıtla öylece kalakaldım. ablayla göz göze geldik. ne yalan söyleyeyim, tüylerim ürperdi. evime girebilecek kadar bana yakın olan birisi, yastığın dikişini sökmüş, kim bilir üzerinde ne yazan bu kağıdı içine koymuş ve sonra da dikmişti. hafif sararmış kağıda tekrar baktım. sanki uzun süre dikkatle bakınca arapça’yı sökebilecekmiş gibi. sökemedim tabii. abla yastığı gösterdi. ancak bu dikiş mikiş işlerinden anlayabilecek birisi fark edebilirdi, dikişin sökülüp tekrar dikildiğini. eh, o da ben değilim. kağıda bakmayı sürdürürken, bu sefer yüksek sesle söyledim: “şaka gibi”


* * *


öf, ne uzun yazmışım. devamını da sonra bir ara yazarım artık.


sanırım biraz tedirginim. sanırım biraz huzursuzum. sanırım birazım.

besi sığırı





tıpkı bugünlerde olduğu gibi, bir "besi sığırı" gibi yaşadığım bir dönem olmuştu.




tıpkı bugünlerde olduğu gibi, hiçbir şey yapmadan öylece duruyordum. anlamadan bakıyor, ses çıkarmadan konuşuyordum. geviş getiriyordum yani. anlıyor musun bunu?




besiye çekmiştim kendimi. kamudan kaçıyordum, tıpkı bugünlerde olduğu gibi. kamudan korkuyordum. onun söyledikleri, yaptıkları anlaşılmaz geliyordu. tıpkı bugünlerde olduğu gibi, anlıyor musun bunu?




tıpkı bugünlerde olduğu gibi, beni seven insanlar vardı ve kamuya dahil değillerdi. yaşadığım yere gelirlerdi. ahırıma yani. korkuyla karışık bir saygıyla dinlerlerdi beni. saygıyla karışık korku da diyebilirsin.




ben koltukta otururdum, onlar kanepede. asla yalnız gelmezlerdi çünkü. tek kişilik yerlere sığamayacak kadar kalabalık olurlardı çünkü. gelemezlerdi. dedim ya, saygıyla karışık korku işte.




işte o zaman yaşadığım yer hayvanat bahçesine dönüşürdü. bana kabuklu yemiş atarlardı. parmaklarıyla gösterirlerdi beni arkadaşlarına ve anlatırlardı:




"bak bu türünün son örneği bir besi sığırı. artık kalmadı böylesi. bu türdeki sığırın en tipik özelliği, kendisini ahıra kapatıp hiçbir şey yapmadan durmayı becerebilmesidir."




kamuya dahil değillerdi ve beni severlerdi. ve ben hâlâ hiçbir şey yapmadan durmayı becerebiliyorum. mö.


harakiri


ah ya

rabbi bana bir gül
şah damarımdan daha yakın

kınına sığmıyor artık kılıç

ah yarabbi bana bir gül
şah
mat

"sağol pigme abi"

Münzevinin Günlüğü (8)


çok sıcak. millet tatil hayallenmelerinde. deniz, kum, güneş. “siz nereye gitçeksiniz, biz bi’ kemer yapalım diyoruz. bodrum çok bozuldu ağbi ya, orayı düşünmüyoruz. olimpos da olabilir. ağaç ev falan, çok otantik ağbi ya.”


birisi “kemer” deyince otomatikman “kafa derin kemerimi süsleyecek” diyesim geliyor. sonra gidiyor ama.


imreniyorum böyle tatil planlarına. ne deniz, kum, güneşten üçlemesinden hoşlanıyorum ne de muhabbetinden. sevmeyi isterdim ama. “nasıl, güzel yanmış mıyım” filan diyebilmeyi. “tatil planı” yapabilmeyi. o plana birilerini dahil edebilmeyi. bu da benim eksikliğim. bu yaz da “amele yanığı” komikliklerine maruz kalınarak geçecek, anlaşıldı.


* * *
tam apartmana girecekken mahallenin veletlerinden biri önümü kesti. çocuklara özgü o nefes almadan konuşma şekliyle:
- abiabiabiabi
- ne var len?
- abitoparabanınaltınakaçtıalırmısın?
bakışlarından, cümlenin sonundaki o soru işaretinden bir şey istediği belli ama o şeyin ne olduğu belli değil.
- ne diyorsun çocuğum, tane tane söyle.
- abi, top arabanın altına kaçtı, alır mısın diyorum.


bir yandan da eliyle arabayı işaret ediyor. “dur bakalım” dedim, arabaya doğru yöneldim. şöyle bir eğildim, arabanın altını görmek ne mümkün. daha bir eğilmek gerekiyor yani. fakat benden o kadar sportmence bir hareket beklenmemesi gerekiyor. çocuk bunu ne bilsin.


- oğlum nasıl alacağım ben bunu. çok ortada bir yere sıkışmış.
- abi, sen alırsın abi. boyun uzun ya senin.


nasıl da sevimli kerata. yanında da ufak bir kız var. belli ki manitası. “ronaldinyooooğ, eveeeet ronaldinyoooğ” diye kıza artistlik yaparken topu arabanın altına kaçırdı herhalde.


bi’ de olaya direkt “abi” diye girmesi var ki o kafadan artı puan. artık sokaktaki çocuklar “amca” diyorlar zira, yaş haddinden. haddini bil!


kafada saçlar kedi bıyığı gibi, 11’e 11 maç yapıyor. göbek desen mahalleye benden önce giriyor, köşeyi benden önce dönüyor. çocuklar da haklı yani. “amca” değil de nedir bu?


e yanında manitası da var. tüm şartlar veledin lehine yani. anlaşıldı, o top oradan alınacak... da nasıl? en azından denerim. belki bugüne kadar hiç olmayan bir şey olur, “bravo be, adam en azından denedi. takdire değer bir çaba harcadı” filan derler.


- abicim benim boyum uzun değil. sen aşağıdan baktığın için sana uzunmuş gibi geliyor. bir pigmeden hallice aslında boyum.
- pigme ne demek abi?
- bilmem. hadi sen de bana yardım et, çıkaralım topu.
- tamam abi.


dizlerimin üstüne çöktüm. artık topu görebiliyorum. namussuz, öyle bir yere sıkışmış ki. denedim, elim mümkün değil yetişmiyor. araba kaldırımın kenarına park etmiş, bir taraf otomatikman iptal yani. çare yok, sokak tarafından girişimde bulunulacak.


sokak dar, yokuş. yukarıdan sürekli arabalar geliyor. birkaç deneme yaptım, ter bastı. ulan zaten sıcak. geçen arabalar toz kaldırıyor. kir pas içinde kaldım iki dakika içinde. bir yandan da söyleniyorum, çocuklara çaktırmadan. ufaklık da arabanın arka tarafından eğilmiş gaz veriyor “hadi abi, aslan abi be” filan diye. manitası mağrur, böyle “halk işi” şeylere yüz vermeden, mari antuanet edasıyla bir kenardan usulca bizi izliyor.


bir gözüm arabanın altında, bir gözüm yokuşun başında. her araba gelişinde toparlanmak durumundayım zira arabaların altında kalmak an meselesi. bir ara şöyle bir doğruldum. kafayı yukarı doğru kaldırdım. “pencere kenarı teyzeleri” çoktan localardaki yerlerini almışlar:


“kız nuriye, koş koş, film başladı ayol”
“aa, şu dört numaradaki adam değil mi bu kız”
“vallahi de o kız! ayol ne yapıyor öyle arabanın altında”


hah şimdi süper oldu işte. sokağa da film olduk, tam oldu. işin içine seyirci de girdi, bu iş artık benim için gurur meselesi! o topu oradan çıkarıp bir kahraman gibi gireceğim ulan bu apartmana.


- abicim bi’ sopa mopa gibi bi’ şey lazım, böyle olmuyor.
- abi, yok ki sopa
- sıpa


kalktım, apartmana girdim. belki sopa benzeri bi’ şey bulurum diye. bodruma doğru indim. aha! çalı süpürgesi. canımsın.


elimde süpürgeyle geri döndüm. tekrar çöktüm dizlerimin üstüne. vuruyorum topa, gidiyor arabanın önünde bi’ yere sıkışıyor. diğer taraftan vuruyorum, arkaya gidip sıkışıyor. şaka gibi. seyirciler sabırsızlanmaya başladı, tribünler ayakta!


derken bir çift ayakkabı belirdi görüş alanımda. kafayı kaldırdım, ayakkabıların sahibi bir adam bana bakıyor. tanımıyorum. tanışmıyoruz.


- hayrola beyefendi, bi’ şey mi düşürdünüz?


hani bazen çok kısa sürede bir sürü şey düşünür ya insan. adam daha tümcesini bitirmeden benim kafada neler dönmeye başlamıştı anlatamam.


- ee evet, topum arabanın altına kaçtı da. top yani. topumuz. çocuklar da var yani. hepimiz. topumuz.
- aman canım hepi topu plastik bir top değil mi? uğraştığınıza değmez, kaç paraysa vereyim, gidin bakkaldan yeni bi’ tane alın.
- olmaz! ee şey yani, teşekkürler ama olmaz. film çekiyoruz biz burada. sokağa film olduk.

stop! kestik!
böyle bir şey olmadı tabii. kafamdan geçenlerden biri de buydu o anda. aslında şöyle oldu:


- hayrola beyefendi, bi’ şey mi düşürdünüz?
- ya evet, çocukların topu arabanın altına kaçmış da, onu çıkarmaya çalışıyorum.
bıyık altından gülmesene lan, yapıştırıcam şimdi suratının ortasına. keyfimizden sürünüyoruz sanki yerde.
- a, anladım. isterseniz arabayı çekeyim, alın topu.
- sizin mi araba? (soruya bak. yok başkasınınmış araba ama adam manyakmış)
- tabii tabii, durun çekiyorum hemen.


adam bindi arabaya. bizim ufaklık atladı hemen:
- abi, patlamaz di mi top?
- patlamaz evladım patlamaz, merak etme.
neyse, araba hareket etti, aldık topu, teşekkür ettik müstehzi beye. bıyık altı bıyık altı gitti bıyıksız bey.
- alın bakalım. dikkat edin, tekrar kaçırmayın, valla beni bulamazsınız bir daha.
- sağol pigme abi ehehehe.
- bi’ şey değil koçum.


ben size demiştim, ey pencere kenarı fesleğen teyzeler, o topu çıkarmadan bu apartmana girmem diye.


belki bir alkış, bir tebrik alırım teyzelerden diye kafamı kaldırdım. baktım kimse yok. “olsun be” dedim, “işte mutlu son!”


zafer kazanmış kumandan edasıyla tekmeledim apartman kapısını, girdim içeri.

bana acıma, acıma ona

bana acıma. acıma ona. bir insan nasıl iki kez gidebilir aynı insandan ve bir kapı içeriden nasıl açılmaz? soru işaretlerimden tiksiniyorum.

kendimi komik duruma düşürmekten nasıl vazgeçeceğim, kendime gülmeden?

yere oturdum odada. duvarın dibine. dizlerimi karnıma çektim. kahve yapmıştım, onu içerek oturdum. bilmediğim birisine ait bir klasik müzik eserini dinledim. fondaki yağmur seslerinin bestecinin marifeti olduğunu sanmıyorum.

isterdim. bekleyecek bir şeyler olsun istiyorum. mesela Beşiktaş'ın maçı olsun, hafta sonunu iple çekeyim. mesela beni seven birisi olsun, uzağa gitsin, dönüşünü bekleyeyim filan. ama sadece filan.

bize kötülük yapanları...

(böyle yarım bırakılmış bir yazı. eskilerin arasında buldum. tamamlanmayı bekleyen yüzlerce yazı gibi, boynu bükük kalmış bu da. kim bilir belki de tamamlanmıştır da ben farkında değilimdir. bize bilerek, isteyerek kötülük yapanlara dair söyleyecek ne sözü olabilir ki zaten insanın. saçma)